(1) Pusuladaki adres, beni Galiçya sınırına getirdi… yalvarırım yapmayın… Ormanındaki ağaçlar seyreldikçe uzamımda gotik bir köşk belirdi. Her haliyle bir savaştan, bir yıkımdan yahut zamanın çok eskilerinden çıktığı belli oluyordu. Zaman, yıkımın ta kendisiydi. …bunu neden yapıyorsunuz… İçinde türlü acıları, sevinçleri, hayalleri barındırsa da sonu hep yıkıma çıkıyordu. İçinden geçen her şeyi bir şekilde yaralıyor ya da parça parça eksiltiyordu. Bunu iyi biliyordum, zamanın içinde zamansız bir varoluştum ben. Nedenlerden ve de sonuçlardan bağımsız olarak ortaya çıkmıştım. Bu yüzden tüm hayatım, bir arayıştan ibaret oldu. İnsan- ne kadar insan olduğumdan emin değilim fakat varım ve …korkuyorum… hayatın tam da kalbindeyim-kendi varlığını başkaları ile kıyaslayınca yorumlayabiliyordu. Sabit fikirli tüm filozoflar gibi ben de aynı hataya düştüm. Basit bir önermeye saplanıp kalmıştım. “Çevremdeki …hayır… insanlara benzemiyorsam, ben bir insan değilim.” Bu önermenin bir hata olduğunu anlamam uzun zamanımı aldı fakat yine de bu hatayı yapmasaydım gerçek bir çıkarımda bulunamazdım. Ulaştığım sonuç beni yalnızlığın içine …çocuğuma kıymayın… atsa da gerçekleri kabullenmemi sağlamıştı. Bu önerme beni uzunca bir zaman oyaladı ve ümitlerimi yıkmayı başardı fakat bu talihsiz önerme beni faklı bir önermeye yöneltti. “Eğer ben varolabildiysem benim gibi biri daha varolabilirdi.” Ben bir emsaldim. Ahlaksız olan ahlaksızı …bizim suçumuz yok… bulabilirdi ya da aptal aptalı, cesur cesuru… O halde ben de dünyadaki aksimi bulabilirdim. Böylece kulağımı söylentilere, masallara, hikâyelere, dinlere, dedikodulara verdim. Söylenen her sözü can kulağıyla dinledim. Aksimin varlığına dair tüm işaretleri ciddiyetle takip ettim. Bunu yapmasaydım kendi varlığımı reddetmek ya da sonsuza kadar yok olabilmenin yollarını aramak zorunda kalacaktım.

Durup etrafıma bakındım, duyduğum fısıltıların yönünü kestirmeye çalıştım. Rüzgârın yapraklardaki hışırtısını dinledim. Seslerin sahibi rüzgâr değildi. Belli aralıklarla beliren bu sahipsiz seslere kulak verdim. Aradığım seslere yoğunlaşınca doğa yavaş yavaş silindi kulaklarımdan. Dinledim.

Kimse ölümsüz olduğuna inanmasın doğum ve ölüm arasındaki zaman dilimini anlamakla yükümlü olduğun çoğu zaman anlayamadan ölüm hattına geçerek yok olduğun tek gerçektir ölüm ne bir mucize ne bir kurtuluş ne de… ben istemedim doğduğum köyden uzaklaşmayı ve ait olmadığım bu yerde dilini bile bilmediğim insanlarla yaşayıp yine dilini anlamadığım insanlar tarafından öldürülmeyi ben sadece… annem dedi ki iyi çocuklar cennete gider ve tanrı onlara şeker verip onlarla oyunlar oynarmış bu yüzden ben hiç korkmadım yani öncesinde ne ağladım ne de annem gibi onlara yalvardım çünkü ben… karıma olan sevgim dillere destandır yoksa ben ne yapayım yaşamayı şimdi bir silah sesi ile anlıyorum yok olmayı oysa bendim ölmesi gereken… uzaklarda bir yerlerde bir savaş olduğunu duymuştum ama bir gün bu kadar yakına geleceğini ve bizi de içine çekeceğini hiç düşünmemiştim… neden olduğunu bilmiyorum, aynı dilde aynı tanrıya dua ediyorduk, bu yine de silahların üzerimize doğrulmasına engel olmadı, aynı dilde yalvarmanın da bir faydası olmadı, anladım ki aynı dili konuşan silahlarmış, biz değil… önce hayvanlarımı aldılar, açlıkları bitince karımı, ardından da değerli eşyalarımı aldılar, onları misafir eden ev sahibine bunları yaptılar canımdan başka alabilecekleri hiçbir şeyim kalmamıştı tanrı misafirlerine… hikâyelerini biliyorum, bir avuç toprakla yetinmeyen tüm uluslar gibi onlar da daha fazlasını istedi kaderin önüne geçilmiyor bir gün topraksız kalmak uğruna topraklarımızı kanla yıkadılar dilerim yurtsuz kalırlar… kocam bir önceki savaşa gittiğinde karnım burnumdaydı kocam ne döndü geriye ne de bir haberi geldi şimdi sıra oğlumla bende hikayesiz kalanlarla beraber toprağa karışacağız… önce din adamları sözler verdiler cennetle ilgili her şeyin garantisini verdiler oysa farkında değillerdi ilk olarak onlar öldürülecekti bu yüzden cenneti hayal etmedim kim bilir cehennem anlattıkları gibi bir yer değildir onlara neden inanayım… ablamı bir subay zorla götürdü atının terkisine koyup dört nala sürdü atı her gün gittiği yolu gözledim bir gün ablamı o bayırı emekleyerek inerken gördüm canı kapıya kadar dayandı… ölümle mücadeleye giren insanoğlu tarihi boyunca bu savaşı her zaman kaybetti…

Belli belirsiz fısıltılar anlatısını bitirdiğinde doğa, seslerine geri dönmüştü. Son fısıltıyı haklı çıkarırcasına insan yine kaybetmiş ve doğa varlığını layıkıyla korumuştu. Ormanın içinde anonim sesleri, huzursuz hayaletleri arkamda bırakarak köşke doğru yürüdüm.

Kapıyı yaşlı bir kadın açtı, kendimi tanıtmak için sesimin tonunu ayarlamaya çalıştım fakat kadın kim olduğumu biliyor gibiydi. Tek söz etmeden eve girdi, onu takip ettim. Beni büyükçe bir kapının önüne getirdi. Kapıyı açıp içeri girdim. Geniş bir kabul salonuydu. Ortada uzunca bir yemek masası ve hemen üstünde gösterişli bir avize vardı. Kandiller gözü yormayan ama zamanı ağırlaştıran bir ışık yayıyordu, köşkün gotik atmosferini daha etkileyici kılıyordu. Anlamak için durmak ve dinlemek eylemlerine başvururum. Kandillerin yeteri kadar aydınlatamadığı başköşeden, bir saat mekanizmasının tıkırtısı geliyordu. Gördüğüm şeyden emin olmak için daha da yaklaştım. Bugüne kadar gördüğüm en sıra dışı saatti bu.

Karşımda tüm ihtişamıyla duruyordu. Maun ahşaptan yapılmış saatin kasası üç metre kadar vardı. Köşeleri gümüş kakmalarla süslenmişti. Saatin üstünde bir Azrail heykeli duruyordu. Kanlı canlı bir insan kadar canlı görünüyordu. Elleri devasa bir orağı sımsıkı kavrıyordu. Orağa yakından bakınca gerçek olduğunu fark ettim, orak yeni bilenmiş gibiydi, keskin yüzü ışıl ışıldı. Azrail, orağı her an savuracakmış gibi duruyordu. Alışılmış tasvirinden farklı olarak melek kanatlarına sahipti. Bu loş ortamda kandil alevlerinin salınımıyla Azrail’in yüzünde farklı ifadeler oluşuyordu. Ölümü simgelemesi bile ürperticiyken bu haliyle insana ölümün soğuk yüzünü hatırlatıyordu.

Saatin gövdesinin hemen altında çember biçiminde bir boşluk bulunuyordu. Daha önce hiç böyle bir saat görmemiştim. Bu boşluğun-delik demek daha doğru olur- ne işe yaradığını bilmiyordum. Bir kafanın girebileceği boyuttaki bu deliğin ne işe yaradığını tüylerim ürpererek anladım. Bu saat aynı zamanda bir giyotindi. Orak düşünce delikten çıkan kafayı gövdesinden ayıracaktı.

“Hoş geldiniz.” sesiyle irkildim. Arkama baktığımda onu gördüm. Yüz hatlarına bakılırsa yetmişlerinde, ihtiyarlığın ilk evrelerinde olmasına rağmen hala dinç görünümlüydü. Önleri seyrek olmasına rağmen dalgalı bembeyaz saçları ona çılgınca bir ifade veriyordu. Uzun favorileri keskin hatlı çenesiyle birleşiyor ve ona bilgece bir hava katıyordu.

Yaklaştı ve saatin kızıl maun gövdesine dokundu. Bu benim en büyük eserim, dedi. Zamanın Orakçısı… Saate baktım. Giyotin olmasını görmezden gelirsek zamanı ölçmek ve görünür hale getirmekten başka bir işe yaramayan sıradan bir saatti bana göre. Bu saat neden aynı zamanda bir giyotindi? Bu soruyu beklediği her halinden belliydi.

Ölümü anlamak ya da ölümle yüzleşmek için, dedi. Oysa doğum an’ından itibaren geçen her saniye kum saatinin sonuna gelmek demektir. Aldıkları her nefes, ölüme giden bir yoldu(kaldı ki ölüm tek bir güzergâhı tercih etmez). Bunları bile bile ölümü anlamaya çalışmak nafile bir eylemdi aslında. Anlam, anlayabilme yeteneğinin de üzerindeydi. Yine de nezaketen sordum: “Ölümle yüzleşmek için saati mi kullanıyorsunuz?”

Coppelius güldü ve saatin arkasına geçti. Eğilip diz çöktü ve başını deliğe soktu. Bir mekanizma, otomatik olarak boynunu kilitledi ve sonra kadranın hemen ardında başka bir mekanizmanın çarklarının saniyelik vuruşları duyuldu. Bakışlarımdaki anlamsızlığı fark etmiş olmalı ki gülmeye başladı. Bu ses, dedi. Ölümün yaklaştığını hatırlatır bana çünkü bu gerçektir. Yani Tanrısal bir söz değil, matematiğin ve mekaniğin reddedilemez bir gerçeğidir. Kadranın ardında kendinden geçercesine o an’ı bekleyen eşapman, ağırlıklar ve çarklar sürprize mahal vermez. Benim istediğim bir zaman dilimi boyunca sabırla bekler ve nihayetinde yeni bir mekanizmanın açılmasına ve Zamanın Orakçısı’nın orağı tüm gücüyle savurmasına izin verir. Ben de bu süre içerisinde ölümü düşünürüm.

Aslında bu saati bu amaç için tasarlamamıştım. Ben de herkes gibi ve özellikle de sizin gibi varoluş meselemi anlamak için çaba gösterdim. Ölümle yüzleşmenin varoluşum hakkında bilgi vereceğini düşünmüştüm fakat hayal ettiğim gibi olmadı. Ölüme yaklaşmak; varoluş hakkında fikir vermiyordu, aksine ölümle yüzleşmek için kısa bir zaman dilimi veriyordu.

Coppelius, delinin biri olsa da sözleri anlamlı geliyordu fakat o mekanik geri sayım sesleri yüzünden odaklanamıyordum. Sesin bir yerde kesileceğini ve orağın tüm hızıyla düşeceğini biliyordum. Merak etme, dedi. Orak düşmeden beş dakika önce uyarı veren başka bir mekanizma devreye girecek, böylece düşüncelerimden sıyrılmak ve hayata dönebilmek için zamanım olacak. Dediği gibi de oldu, bu kez daha metalik bir sesle geri sayım başladı ve boynunu kilitleyen düzenek çözüldü. Coppelius başını delikten çıkardı. Akabinde geri sayım tamamlandı ve orak tüm hızıyla düştü. Boşluğu kesip attı. Korkunç bir eylemdi. Tereddütsüz bir ruhsuzlukla savurmuştu orağı.

Beni masaya buyur etti. Biz yerlerimize oturunca uşaklar masayı donatmaya başladı. Masa kısa sürede hazırlandı. Yemeğimizi sessizce yedik. Pipolarımızı yakıp ağır mavi dumanlar altında birbirimize baktık. Her haliyle zihnimi okur gibiydi. Deli değilim, dedi. En azından deliliğe yüklenen anlamdan oldukça uzaktayım. Sadece arıyorum, oysa herkes kaçmaktan yana. Korkularından kaçanların anlayamayacağı bir şey bu ama yine de sizin beni anladığınızı düşünüyorum. Arayışın ne demek olduğunu en az benim kadar biliyorsunuz.

“Ölümle yüzleşirken onun hakkında ne öğrendiniz?”

Ölümü durduramayız fakat hızına yön verebiliriz. Bu bir sır değil elbette ama hikâyesini anlatabileceğimi bilseydim, tecrübemi paylaşabilseydim mutlaka intihar ederdim. Bu yüzden ölümü anlamanın bir yolunu arıyorum. Ölümü hissetsek bile onunla hiçbir zaman tanışmış olmayacağız. Çünkü ölüm tüm varoluş hikâyemizi silip geçecek. Geriye boş bir sayfa daha bırakacak.

Ormandaki sesler hikâyelerini anlatmak istiyordu fakat bir şeyler buna müsaade etmiyor gibiydi ya da farklı dünyaların iletişim kurması yasaktı. Bunu bilmiyorum fakat ölüm hakkında Coppelius’un mutlaka bir fikri vardı. Ona ormandaki anonim seslerden ve onların fısıltı halindeki hikâyelerini anlattım.

Onlar gelecek yüzyılın ölüleri, henüz yoklar. Hayata gelmediler fakat onlar da bizler gibi varolacak ve ölümle bahse girip yaşayacaklar fakat unutma ölüm her zaman galip gelir. Yaşanacak savaşlar, salgın hastalıklar ve soykırımlar her zaman olacak. Ölümü insanlar inşa etse de yıkımı ölümün kendisi getirir. Düşüncesiyle bile insanı endişeye düşüren ölüm karşısında çaresiziz.

Piposundan derin bir nefes çekip yavaşça bıraktı, dumanın arasında kayboldu. Yüzünü göremesem de bana baktığını biliyordum. Peki, ama neden insan yapmak yerine yıkmak ister?

İnsanın zarar vermek dışında bir maçı yoktur. Nihayetinde insan, zevk için bile bir hayvanı avlayabilir. İnsan içinde başkasına acı vermeye arzu duyan bir dürtüye sahiptir ve o dürtüye karşı koyamaz. Başkalarının felaketinden zevk duyar.

Ölümle ilgilenmiyordum. Öncemi bilmediğim gibi sonra mı da bilmiyordum ve hiçbir şekilde merak etmiyordum. Benim meselem en başından beri belliydi. Bu dünyada bir aksimin olduğundan emindim. Bu inancım beni buraya kadar getirmişti. Zihnimi okumuşçasına bana baktı.

Buraya kadar neden geldiğini, beni neden aradığını biliyorum. Sadece şunu merak ediyorum: Senin için neden bu kadar önemli?

Bunu henüz ben de bilmiyordum. Bu bir histi, bir inanç belki de. Olmasını arzu ettiğim yegâne şeydi fakat anlamlandıramadığım, cevabını henüz bilmediğim bir şeydi. Bu yüzden Coppelius’a verebileceğim bir cevap yoktu.

Onu Profesör Spalanzani’den çaldığımda ben de inanmıştım. Böylesine kusursuz bir mekanizmanın hayat bulacağına inanmıştım fakat o da bu saat gibi ben istediğim sürece hayatta kalabilirdi. Varoluşa müdahale etmenin bir yolu yoktu, ben de anlam veremediğim diğer şeye, yani ölüme kafa yormaya karar verdim. Senin için anlamını bilmiyorum ama yine de onu almana izin vereceğim. Belki sen bir yolunu bulursun, kim bilir belki de senin varoluşun bir anlam kazanır.

Masadan kalktı ve saate gitti. Arka kapağını açıp mekanizmayı kurcaladı. Başını delikten geçirdi. Aynı mekanik ses geri sayımına başladı.

“Bu kez süresini belirlemedim. Zamanın Orakçısı, ne zaman orağını savuracak bilmiyorum. Sen varoluşuna dair bir adım attın, artık sıra bende. Belirsiz bu zaman diliminde ölümle yüzleşirken düşünceye dalıp gidebilirim. Belki de ölüm anında sorularımın cevaplarını bulabilirim. Öğrendiklerim beni şaşırtabilir, korkutabilir ya da öfkelendirebilir. Hikâyesi bende saklı kalsa da buna değer.”

Yüzünde ümitsiz bir gülümseme belirdi. Gözleri dostça bakıyordu. Anlatılan kötü kalpli Coppelius’tan eser yoktu.

“Olympia ya da Coppelia, yukarıda odasında. Onu alabilirsiniz. Yolunuz açık olsun. Ona iyi bakın Bay Pino. Umarım uğruna bir ömür tüketerek aradığınız aksiniz odur.”

Salondan çıkıp merdivenleri koşarak tırmandım. Odaya girdiğimde pencerenin önünde sonsuz bir eylemsizlik içinde öylece duruyordu. Yaklaştım ve o güzel yüzüne baktım. Uzun uzun, sımsıkı sarıldım ona. Dünyadaki aksimin varolmasını sağlayacaktım. Bunu hak ediyordum. Önümde hak ettiğim bir hayat vardı ve hakkım olanı söküp alacaktım. Kocaman bir hayatı borçluydular bana. Bana layık gördükleri bu yalnızlıktan kendimi çekip çıkaracaktım.

Onu kucaklayıp merdivenlerden indim. Köşkten çıktığımda orağın düşüşünü duydum. Zamanı belli olmayan ölüm, böylece ortaya çıkmıştı. Umarım Coppelius, düşüncelerinden sıyrılıp başını delikten zamanında çıkarmayı başarmıştır.

Bir an önce Coppel(ympia)yı eve götürmek istiyordum. Biliyordum, babam bir yolunu mutlaka bulurdu. Ona bir hayat verebilirdi, bana verdiği gibi.

  1. Olası Olmayan’ın 7. sayısında yer alan “Matmazel Coppel(Ympia) Adında Bir Sanrı” öykünün devamı niteliğindedir. O öykünün bulunduğu sayıya ulaşmak için tıklayın. ↩︎

sayı 5, s. 60


Dünyaların Çoğulluğu sitesinden daha fazla şey keşfedin

Son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için abone olun.

Yorum bırakın

Son Yazılar


Dünyaların Çoğulluğu sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin