Karanlık bir odanın ortasında bir masa, masanın üstünde gümüşî, parlak bir sorgu lambası… Sadece masayı ve çevresini aydınlatıyor. Masaya oturdu, sigarasını yaktı. Gayet küstah bir tavırla kurşun ağırlığındaki kül tablasını elinin tersiyle itti. Sihirli dünya küre haritasını şöyle bir döndürdü. Düşündü. Haritada üç nokta seçti. Bir bermuda şeytan üçgeni çizdi: Macaristan, Avusturya, Konstantinopolis. Ağzı ister istemez sulandı. Hemen ardından elleri titremeye başladı. Çok gergindi. Her şey çekmecede sakladığı belgeyi doğru okumasına bağlıydı. Hata yapmamak için derin derin, ayrıntılı düşündü. Daktilosunun tuşuna bir kez bastı. Bir harf…

Ona göre tek yapması gereken kuru gürültüden ibaret bir savaşın bittiğini kendine ispatlamaktı. Duyduğu ağırlığı “Savaş mavaş olmadı.” diyerek inkâr etti. Aslında savaş olmamıştı dediği anda savaşın bittiğini hem doğruluyor (bittiyse savaş artık yoktur) hem de yalanlıyordu (bittiyse olmuştur). Zaten derdi sanki savaşın bitmiş ya da bitmemiş, gerçekleşmiş ya da gerçekleşmemiş olmasında değildi. Derdi, bu savaşın kurgusal ya da gerçek ne şekilde bittiğiydi, zihni hep bir sona, tasarlamakta olduğu mükemmel sona, evriliyordu. Kararsızlığı buradan kaynaklanıyordu, ama ne şekilde gerçekleşmiş olduğunu bir nebze olsun merak etmediğini iddia ediyordu. Hatta görmekten korkuyordu, çünkü kendine yalan söylüyordu; bu savaşın sonunun şekli şemaili kendi içinde bir amaç değildi onun için. En azından buna inanmaya çalışıyordu.

Sonun şekli şemaili üzerine düşünmek, sadece savaşın kurgusal ya da gerçek olup olmadığına karar vermede bir araçtı. Ama tam da bu sebepten şekil önemliydi. Karar veremiyordu çünkü merak etmiyordu, merak etmiyordu çünkü karar veremiyordu. İddia etmekten kaçındığı sorun buydu. Ne güzel yalan söylüyordu! Ve kendi iddialarını ne güzel çürütüyordu! En güzeli sonunda hiçbir şey söylememiş ve boşuna çaba sarf etmiş olmasıydı. O, gizli gizli bu boşu boşunalığı, bu beyhudeliği, zamanın içinden sanki sıyrılıverip onu akmaya bırakmayı sevmişti. Kararsızlıktan sıyrılmak sanki buna zarar verecekti. Bastırdığı duygular bundan ibaretti. İbaret miydi?

Haritayı tersine döndürdü. Sigarasıyla haritanın köşesine delik açtı kazara. Az kalsın sigarayı parmağında söndürecekti. İrkildi. Birden fark etti ki savaşın kurgusal ya da gerçek olup olmadığını görmekten kaçınmaktan ziyade savaşın tamamen kurgusal olduğunu ispatlamak istiyordu çünkü bu onun yoluydu. Ona göre güzel olan buydu. Gerçeklik onun işi değildi, çok sıkıcıydı. Gerçeklik sıkıcıysa savaş ona göre gerçekten gerçekleşmiş olabilir miydi ya da bu soruya sarih bir cevap verebilir miydi? O kestirilemezlik ve kestirilemezliğin bile örtemediği basitlik; midesini bulandırıyordu. İlle de kendi kurgusu, ille de kendi sonu. İster istemez bir karar vermiş bulundu ve savaşı kurgulamaya başladı.

   Bu kurguda bir sorun vardı ya da bu açığa çıkmamış -gerçekleşmemiş- her kurgunun kaderiydi. Her kurguda yapıldığı üzere geri döndü, baştan sardı ama sonunu getiremedi. Sonu getirdiği an kurgu bir anlık doyuma ulaştıracaktı onu ve aynı sona, aynı doyuma ulaşma arzusuyla başa dönecekti ya da bir önceki kurgunun bir benzeriyle herhangi sona ulaşmaya çalışacaktı. Kaldı ki bunların hepsini tekrar tekrar yaptı. Ta ki son, anlamını yitirene kadar, ta ki başka kurguların başka sonlarının peşine düşülene kadar… Sırf bu yüzden ille kendi kurgusu, ille kendi sonu…

   Masanın etrafında dört dönerken boncuk boncuk terliyordu. Haritanın ağırlığı altında kalmıştı. Şu yerküre, onu okumakta zorlanırken, sanki ona bir karar mekanizması olamayacak kadar zayıf olduğunu hatırlatıyordu durduğu yerde. “Kenar mahalle…” Küfretmedi. Onun yerine, haritayı fıldır fıldır döndürdü. Göremiyordu ki, bu kurguyu, bu özlenilen, peşine düşülen sonu, gerçek olup olmadığını bilmediği bir savaşın gerçekliğinin inkârı üzerine temellendirmişti ve inkâr edebilmesi için ilk adımda inkâr ettiği şeyin varlığını kabul etmesi gerekiyordu. Başka türlü inkâr edemezdi, inkârın başka yolu yoktu. O da içgüdüsel ya da gerçeklikten azade kurgu fikrinden pes ettiğinden kendine gerçekliğin içinden, inkâr edemeyeceği bir kesit aldı. Kalanını öyle bir çarpıtacaktı ki gerçek, yalan olacaktı ellerinde. Bu düşünceler ona çekmecedeki belgeyi hatırlattı. Belgeyi okudu da okuyamadı. Anlam verdiğini sandı ama anlam veremedi. Dörde katlanmış, sarı bir yaprak. Belgenin çapraşık bir dille yazıldığına inanmak istedi. Savaşın olmamış olduğunu ispatlamak için kullandığında, istemese de belge net biçimde “Savaş bitti.” diyordu. Bu yüzden, “Olmamış bir savaş bitti.” demek gibi bir yol izlemediği sürece ki, bir bakış açısına göre olmamış varlıkların var olduğunu bal gibi de biliyordu. Öff! “Belge, savaş bitti dese de çapraşık olduğu için savaşın bittiği anlamı tam olarak da çıkmıyor.” dedi kendi kendine.

   Şu kâğıt parçası, artık sonun yakınlarında olduğu için ve o da “ille de benim sonum” dediği için onun çevresinde dolanıyordu. Ne başa dönüp sona yöneliyordu, ne sondan başa geri gidiyordu. Sanki en sona bırakması gerektiğini en başta yaparak ortada kalıveriyordu. Metnin gerçekliğini inkâr etmek isteyecek kadar kaybetmişti mantığını. Oysa daha ortada kurgusal bir savaş bile yoktu. 

   Gözüne gözüne giriyor. Sadece bir kâğıt parçası, son diyen ama demeyen. Sorun da buradan kaynaklanıyordu. Sonun kendisini de şekli şemailini de kâğıt parçası belirliyordu; araç olması gerekirken, vahiy niteliği kazanmıştı. 

 Haritayı onarmaya çalıştı. Aklına mükemmel bir fikir gelmişti. Belgeyi kabul edip içeriğini tümden sahiplenecek ve böylece belgenin sahibi sıfatıyla savaşı tamamen kendi kurgusu haline getirecekti. Kendini pek bir beğendi, timsah gibi sırıta sırıta bir sigara yaktı. 

İlk adım olmayan ilk adımını şöyle kurguladı: savaşta iki taraf olacaktı. Öteki türlüsünü hayal edememişti, zaten belge bu konuda netti. Yan öbeklerden bahsetmiyordu, sadece bir kaybeden ve bir kaybettiren -kaybettirenin kazanan olduğu iddiası yoktu belgede. Geriye kalan bu savaşın şekli şemailini kurgulamaktı ama savaşı inkâr etmek üzerine kurulduğu kurgusuna birdenbire, iradedışı geri döndü. İnkârın peşinde gerçeklik bile kendini yalanlayacaktı. Amacı, hırsı, arzusu buydu. Yaptığı, sona giderken sonu yalanlamaktı ama sonu yalanlamaktan tiksiniyordu çünkü onu arzuluyordu.

   Kafasından birkaç tel yolduğunu fark etmedi bile. Kaşları kalkmış alnı kırış kırış, onardığı haritasına baktı. Bu amaçla gidebileceği ilk yola saptı. Kurgularken elinde ne vardı? Bir gerçeklik korkusu (şu “istemem” havalarının adının açık seçik konması gerekiyor artık) bir de kurgu saplantısı. Kaybettireni düşünmeye başladı. Düşündü ve gördü. Bu güç, belgenin “Son.” iddiası üzerinden kendine biçtiği sonu dayatabilir ve bir türlü gelmek bilmeyen kurguların kurgusunu yıkabilirdi. Son anlamına gelen mesajın kendi elinden çıktığını ve kendi elleriyle kaybedenin sonunu getirdiğini iddia edebilirdi. Daha da kötüsü hem sonunu getirdiğini hem de sonunun henüz gelmemiş olduğunu iddia edebilirdi. 

   Bu ihtimali düşündüğü an, iki güce dayanan savaş kurguda bitmişti bile. Aslında sadece bunları düşündüğü için ikinci gücü düşünmemişti bile. Nasıl bir güçtü? Neden savaşmışlardı? Kaybettiyse neden kaybetmişti? Kaybettirdiyse nasıl kaybettirmişti? İlle kendi sonum diyen biri yenilmekten nefret ederdi ve ikinci gücün özünü tözünü düşünmekle uğraşamazdı. İlle de kendi sonu! Öyleyse yoktu öyle bir karşıt güç! Olamazdı! Beğenmemişti. Kaybettireni inkâr etti ve inkâr ettiği anda inkâr ettiği kurguyu ikinci ama birinci kurgunun içine aldı. İkinci ama birinci, çünkü biraz önce kurduğu aslında hiç var olmamıştı. Bir anlamda doğruydu iddia ettiği. Böylesine ancak cenin denirdi ama bütün başsız ve ortasızlığına rağmen sonu güçlüydü ve son meraklısı kurgucunun hafızasına yerleşmişti bile.

   Tükenmez kalemini aldı haritayı dörde böler gibi bir hareket yaparak hırsla kocaman bir çapraz işareti çekti. Hepsini çizse kaybettiğini kabul edecekti, hiç çapraz çekmese savaş olmamış olacaktı, ama o iz bir kez bırakılmıştı, “hem öyle hem öyle değil” kararsızlığının izi. İkinci kurguyu oluştururken, kendince çok karmaşık bir numara yaptı. Daha doğrusu karmaşık bir başlangıç yaptığını düşünürken, işine hile karıştırdığını anlamadı bile. Sadece tek taraf vardı. Tarafında olduğu birinci güç ve bu kurgusallıkta bu kadar taraf olduğu için önünde sonunda kendisi ve birinci güç tarafından var edilmiş kendi kendisi. Bu sıra sonsuza kadar gidebilir ama bu örüntüden bir ikinci güç çıkmazdı. Belge, bunun tersini ispatlamıyordu.

   “Nasıl numara ama?” Kaybeden kaybettirenle bir ve aynı şey olacaktı. Birinci güç entite, ikinci güç birinci güç kaynaklı fenomenolojik entite. Böyle dâhiyane sözler bulmaya bayılırdı. Sonra da uydurduğu bu incik boncuğa tapınırdı. Oysa hiçbir şey söylememişti, sadece karşıt gücü inkâr ettiğini tekrar etmişti. Hem var olduğunu kabul etmiş hem de varlığını yalanlamıştı. O dışsal bir güç değildi, o içsel bir güçtü hatta basit bir görüntüydü, hayaldi. Haritanın başında gözü dönmüştü. Uydurdukça uyduruyordu. Fenomenolojik, bilişsel, bulgusal, asla olgusal olamayacak olan. İç karşıt güç! İşte yine karşıt demişti ve karşıt der demez içini bir şüphe kemirmeye başladı. Sonuçta başta inkâr etmiş olduğu kurgu, gücünü karşıt kelimesinden alıyordu ve sonunu beğenmemiş olsa da o sonun üzerinde bir yaptırımı vardı. Kendisini temsil eden ve kendisinin yarattığı içsel bir güç mü? Bağımsız var olmuş ve esas güç tarafından asimile edilmiş bir güç mü? 

    Bir nevi başa dönüştü ama ikinci kurduğu da burada çürümeye başlıyordu. Tek bir güç tarafından var edilmiş ve onsuz var olamazlığın ayrı şey, asimile edilmiş olmanın ayrı şey olduğuna inanmak istiyordu ama nafile! Asimile edilenin asimile edildiği ne zaman görülmüş! Asimile sözcüğünün zorunlu olarak işaret ettiği o küçücük fark hep bir tehdittir. Kendini ne zaman dayatıp da bağımsızlaşacağı hiç mi hiç belli olmaz. Daha da kötüsü, fenomenolojik bile olsa bir varlık bağımsızlık savaşı verebilir. (Verebilir mi?) Kurgusu, daha doğrusu, bilinci de bilinçaltı da başka bir yol açmıyordu. Başka türlü bir kaybeden kaybettiren ikiliği dışında tüm düşünüşü kaybolmaya yüz tutuyordu. İtiraf etti, kaybeden yoksa savaş da olmazdı. 

   Sinirlendi. Daha doğrusu üzüldü. Gözünden bir iki damla yaş geldi denebilir. Küçük bir çocuk hırçınlığıyla “Savaş yoktu işte!” diyerek ağzını büzüştürdü. Savaşın aslında gerçekleşmediğini belgeye dayanarak nasıl ispat edecekti? Belgeye dayanarak, savaşın gerçekleştiği varsayılmış sanılsa da aslında olmamış diyebilmesi gerekiyordu. Doğaldı “dışsal” bir karşıt gücü kabul etmemesi. Güzel bir numaraydı tek gücün kendi içindeki savaşı. Tek gücün içinde oluşmuş bir karmaşanın asla ispatlanamazlığı ve böylece savaşın gerçekleşmediği zorunlu sonucu. Böyle miydi? Savaşın sanılmış olması savaşın gerçekleşip gerçekleşmediğinin ispatlanamazlığının bir göstergesi değilse neydi? Bu soru aklına gelmedi bile. 

    Pes etme noktasına geldi. Magma gibi bir sıvı, beyninden gırtlağına yüzünü aşıp akmıştı sanki. Artık onun gücü, onun sonu da değildi. Sadece varmış gibi olan bir karşıt gücü tasvir etmek bir kurgu değildi. Aslında bu tasvir de tek yönlüydü. Asimile edilmiş bir güç mü, görüntü mü ikileminde asimilasyon sorunsalını baştan reddetmek istiyordu ama oraya dönüp dönüp oradan kaçtığı için bu noktaya yönelemiyordu tasvir. Öyle ya da böyle sona ulaşması için bu bağımlı varlığı yok etmiş olduğunu kurgulamak dışında bir çare görünmüyordu ona. O da bağımlı şey onu yok etmeyecekse. 

   Hiçbir ayrıntıyı atlamazdı. Geldiği noktada beliren sorun da gözünden kaçmadı. Bu belge, böyle bir kurguya dayanırsa, gerçeklikten bir kesit olamazdı. Kendi kendine, kendi için, kendine rağmen yapılan ve ötekilerin duymadığı, görmediği nasıl gerçek olabilirdi? Aslında istediği noktaya doyumsuzca gelivermişti. Hiçbir gerçekliğe dayanmamak! Ama asıl istediğinin bu olmadığını gördü. Ortada sadece “Sonum.” demek istemediği gerçek olmayan bir son vardı ve son olduğunu tam da iddia etmiyordu. O ise bir baş, bir orta, bir son, bir nasıl bulamamıştı bile. Onca uğraşıp durduktan sonra ulaştığı aslında halis inkârdı. Halis inkâr, bir ileri, bir geri, bir ileri, bir geri.

   “Benim gibi yerini yönünü şaşmış bir adamın da haritası olur mu hiç?” dedi yüksek sesle ve boğuk boğuk güldü. Haritasını yıkıp belgesini yaktıktan sonra köşede kaybolmuş lavaboya gitti. Bir an sonra her hezimete uğramış adam gibi köşesine sıkışmış, zırıl zırıl ağlayacaktı.

2. sayı, s. 65


Dünyaların Çoğulluğu sitesinden daha fazla şey keşfedin

Son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için abone olun.

Yorum bırakın

Son Yazılar


Dünyaların Çoğulluğu sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin