Henri Michaux’nun şiirlerini bir laboratuvar olayı olarak düşünelim; kendisini de gözlemevinden dünyaya bakıp insanın apaçık görünen yüzünü, anatomisini, beynin içinde olup bitenleri inceleyip rapor eden bir gözlemci olarak düşünelim. Varlığın iki trajik özelliğini, var oluşunu ve ölümünü görüş duruluğunun son sınırına kadar gözlemleyerek, insanoğlunun günün birinde varlık nedenini soruvermesiyle başına ne tür belalar aldığını gösteren bir rapor. Hayatın acıyla dolu kesitlerini, kim bilir, bir miktar kırgınlık, bir miktar korku, o kadar da kaçış haliyle yansıtan bir rapor. Bu raporda iki belirgin özellik hemen okunur. Acı salgınlar salan, okuyanı kusturan, acılı kanlı, sisli, pas dolu insan halleriyle, çok çelişkili, ama tam tersine, insanı ilk elde güldüren insan manzaraları. Bir yanda çiçekli tablolarla bezeli, Alice’in “Harikalar Ülkesi”ne, Gulliver’in “Liliputlar Ülkesi”ne ve Charlie Chaplin’in güldürü filmlerine insanı taşıyan, bir yanda da “Büyük Garabanya’ya Yolculuk” adlı kitabında olduğu gibi okuyucuyu, dillerinin altında ve üstünde kalın bir eti kesecek kadar sert ve siyah noktaların olduğu cüzzamlı hastaların yaşadığı bataklığa çeken iki çelişkili özellik.
Varlık ve günün birinde yoklum-ölüm sorunsalı ve sarmalı içerisinde H. Michaux yazdıklarının büyük bir bölümünde insanı, ondan da öte, bitkilerle hayvanları bataklıkta zincire vurulmuş bir halde düşünüyor. Bu, H. Michaux’nun hüzün dolu bıkkınlık ve yorgunluk durumuyla, yaşama sevincini bastıran bilinç durumudur. Bir kobay hayvanı gibi acı bir sona yazgılı, yarını belirsiz insanoğlunun hastalıklı durumu. Artık burada varlık üzerine sorular ve kargaşalar başlayınca ipin ucu kaçmış, dünyaya bakış zincirindeki bir halka onarılmaz şekilde kopmuş demektir. Güvenliği sağlayan halka kopunca soru üstüne soru, bunalım üstüne bunalım Michaux’yu karanlıklara doğru itmeye başlamıştır. Bilincinin sınırları genişledikçe bunalımının dozu da artmaya başlamıştır. Zamanın insanı fizik olarak yok edeceği korkusu içini kaplamıştır. Bilinmez bir gücün insanın ruhu ve bedeniyle alay ettiği duygusuna kapılmıştır. Kendisiyle başkaları ve dış dünya arasında giderek açılan bir boşluğu duyumsamaya başlamıştır. Bir boşluk yüzünden insanlar arasında türlü kötülükler, insanlık dışı davranışlar olduğu düşüncesiyle iyice korkuya kapılmıştır. Çocukluk, gençlik, orta yaşlılık ve yaşlılık resimlerinin fizyolojik acı bir gerçeği yansıttığını düşünerek kendisine bile yabancı olduğu duygusu altında içine kapanır; bunalıma girer. Bilinç durumunun göstergesi olan bu soru, insanın ölümü denen kötülük sorunudur.
Bu soruyu “Plume” adlı kitabında yer alan otobiyografik nitelikli “A’nın Portresi” başlıklı düzyazı şiiriyle birleştirerek şu şekilde açımlayalım; ve “A’nın Portesi”nde Descartes’e göz kırpan şu sözleri ele alalım: “Varım; ama benim dışımda alınan bir karar sonucu varım.” Öykünün kahramanı “A” adlı kişi, varlığı üzerine düşünür durur. Kitaplar okur, bilincin türlü kapılarını açar, gezilere çıkar, düşlere dalar; gemici kılığına, profesör kimliğine bürünür. Ölüm korkusu ve yaşama durumuyla yıllar boyunca gittiği her yerde bedenini bekleyen olayın zamanını ve şeklini çoğu zaman düşselin sınırlarında kendisine özgü imajlarla düşünür durur. Bu soru ve sadece bir örnek olarak sözünü ettiğim bu öykü, ölüm halinin ontolojik bir zayıflık olduğunu düşündürüyor. İnsana özgü bu ontolojik durum H. Michaux’nun bilincinde giderek suçluluk duygusuna dönüşür. Şöyle düşünür: İnsan cennetten kovulduğundan beri türlü kötülükler, sıra sıra patlayıp öldüren habis bir ur gibi insanın içinde ve peşindedir.
H. Michaux, “Connaissance par les gouffres” adlı şiirinde sürekli olarak bir yerlere kayıp düşen insanı ele alır. Bir yerden bir yere, Rio’ya giden bir gemiye, bir işten ötekisine, on dokuz yaşından yirmi yaşına geçen, sonunda bir balon gibi patlayarak ıssız ve dipsiz boşluktaki bir kayaya çarpan insan. Bir leitmotif gibi ara ara karşımıza çıkan düşme olayı, imajı, korkunun ve korumasızlığın bir ifadesi, o kadar da sıkıntının ta kendisidir. “Kımıltı Gece”de odasının zemininde açılan bir delikten sürekli olarak düşen, düştükçe korkunç çığlıklar atan, bir yerlerde tutunamayıp cehennem çukurunda kaybolan bir insanı anlatır. Bu insan aynı zamanda utanç duyguları içindedir. Kendisini bir maskara gibi düşünür. “Asya’da Bir Barbar” ve “Kımıltılı Gece”deki şiirleri utanç duygusuyla kaplıdır. Bu, Plume adlı unutulmaz kahramanını da kıskıvrak yakalamış olan bir tür yetersizlik duygusudur. Bu, anatomik yapının sanki plastik bir yapıya dönüşerek görünmeyen bir göz tarafından alay edildiği sanrısıdır. Korkutucu bir hal; gecenin karanlığında duyulan bir yalnızlık; belki de bir tür delilik hali. Tam bir korumasızlık durumu. Ardından da bu çarpıntılı bilinç halinin birer göstergesi olan türlü marazi durumlar; sıkıntı, bulantı, boğulma, düşüş, kapalı mekanda sıkışma, düş dünyasının renkli, çoğu zaman da acılı ve aldatıcı havası ve garip yaratıklar. Tipik bir örnek: Kafka’nın “Başkalaşım”ında bir böcek haline dönüşen Gregor Samsa gibi “Kımıltılı Gece”de aynalı gardırobun tepesinde ezilmiş kauçuk vücutlu yarı insan yarı yılan olma hali. Artık gerçekle düş karmakarışıktır. Ekvator’un yüksek tepelerindeki türlü güzellikler, Hindistan ve Çin’den insan manzaraları, sevgi ve inanç konuları olağanüstü bir düş havasında verilirken -ki bu kısa ve aldatıcı bir mutluluk halidir- ölüm gerçeği yaygın bir saplantı biçiminde karşımıza çıkar. Brezilya ormanlarında bir gecede üç metre boyatıp gündüzleri solan, yüzlerce kökü, eli, ayağı olan sarmaşanlar renkli ve canlı bir tablo sunarken kara-kapkara düşünceler çağrıştırır; aynı kökten kimi dalların öldüğü hatırlatır. İlk kitabı “Qui je fus’de var olup da seslerini bir türlü duyuramayan canlı varlıkların zavallı hallerini hatırlatır.
Bu durumda Michaux ikinci bir soru sorar: Gökyüzünde açılan bir delikten insanları, bitkileri, hayvanları çatal diliyle yutmaya çalışan canavardan nasıl kurtulunabilir? Bu soru H. Michaux’nun şiirinin odak noktasıdır. Kurtuluş yolları sonucu değiştirmezse de çeşitlidir. Birkaç örnek:
1- Yardım yoluyla kurtulma girişimi: Umarsızlıktan ve korkunun aşırı dozundan kopup gelen bir tür direnme durumu: “Paceaux verrous”da yutulmak üzere olan kişi karşısında var olduğunu sandığı birinden yardım dilenir. Oysa karşısında hiç kimse yoktur. Plume de hiç yardım görmemiştir.
2- Kaçarak kurtulma girişimi: Ama nereye? Üstelik sıklıkla “Epreuves ve Exorcismes”de başvurulan kaçma girişimlerinin mutlak başarısızlıkla sonuçlanması, “Yavaşlatılmış”da La ralentie- zaman kavramının yitip gitmesi, “Apparition”da kaçakların önünde beliriveren işkence odalarının bir engel olarak ortaya çıkması.
3- Başkalaşım -metamorfoz- yoluyla kimlik değiştirerek kurtulma girişimi: “Kımıldayan Gece”de zoolojiye, “Plume”de fantastik hayvanlara niçin sayfalar ayırdığını düşünelim. Bir de Michaux’nun fotoğrafını çektirmekten niçin kaçındığını düşünelim. Her iki durumda da saklanma ve korunma içgüdüsü vardır: Birinde gerçek ya da düşsel imajlarla, metamorfoz yoluyla biçim değiştirerek korunan hayvanlara karşı duyulan kıskançlıkla karışık hayranlık, ötekisinde de kimliğini ve yüzünü saklayarak korunma çabası yatıyor. Michaux’nun yazdıklarıyla resimlerinde karanlığın ve siyahın özel yerini düşünelim.
4- Tevekkül yoluyla kurtulma girişimi: Plume’ün kişiliğini ele alalım. Başı beladan kurtulmayan, itilip kakılan biri. Bıkkınlıktan işlemediği suçları önceden kabullenmiş uysal bir tip. “Bren Kulüp’ün Onur Konuğu”nda kurtlanmış hindi etini ve kararmış makine yağıyla yapılmış salatayı yemek zorunda olduğunu sanan biri. Gereksiz yere, doktorunun ısrarlarına dayanamayıp parmağının kesilmesine razı gösteren, sakin sakin yemeğini yerken başına olmadık işler gelen, suçluluğu bir organ gibi içinde taşıyan biri.
Varlık ve ölüm üzerine düşünmeye başlayan bilincin başına gelenler iki biçimde anlatılmıştır:
1- Gerçek ve gerçeküstü, mayalı bir hamur dozunda karıştırılarak, insanlık durumundan kaynaklanan bulantılı trajik manzaralar biçiminde.
2- Okuyucuyu güldüren, güldürdükçe de acı acı düşündüren, şamaroğlanı Plume’ün bıkkın, yorgun, uysal ve pasif halinde.
Michaux’nun dünyaya hüzünle baktığı bir gerçek. H. Michaux, kafasında yerleşmiş olan var oluş ve ölüm ikiliğini dil ve imaj gücüyle görüntülemeye çalışırken, kötülük, zayıflık ve iletişimsizlikten kaynaklanan söz ve mantığın çarpılıp parçalanıp yok olduğunu göstermek istemiştir. Bunu yaparken, insanın bilinçaltını didikleyen, kendisine özgü bir konuşma dili ve anlatım biçimi geliştirmiştir. Ekvator’dan, Hindistan’dan ve Çin’den resim gibi düşsel ve ılık kesitler vermesine rağmen insanoğlunun trajedisinin And Dağları’ndan Çin’e kadar değişmeyeceğini anlatmak istemiştir.
Ve, bilinç ve zaman gibi insanı bir labirente tıkayan güce rağmen, trajedinin asık yüzlü havasından sıyrılıp Plume tipinde olduğu gibi anlatımın ince, güzel, hoş ve alaylı bir örneğini vermiştir.
Not: Bu yazı daha önce Argos dergisinin 4. sayısında, 1988 yılında yayınlandı.
2. sayı, s. 58






Yorum bırakın