“Yazdığım olgu öykülerinin kısa öyküler gibi okunması ve rahatlıkla söylenebileceği üzere bilime ait ciddiyet damgasını taşımıyor olmaları bugün hâlâ bana tuhaf geliyor” yazar Freud Histeri Üzerine Çalışmalar’ında . Freud ve Breuer çığır açan çalışmaları Studies on Hysteria’yı yayınlar. Freud’un dedektif benzeri çalışmasının ve rakipsiz hikâye anlatma kabiliyetinin izini taşıyan bir vakalar derlemesidir bu. Ne var ki, “Harold Bloom’un ve başkalarının da sert bir şekilde iddia ettikleri gibi Freud’un yazıları modern çağda üretilmiş dini kitabiyata (scripture) en yakın şeylerdir” . “Freud’u büyük bir bilim adamı yerine büyük bir retorikçiymiş gibi ele alacağım” der Szasz, ekler: “Psikanalizin (ve psikiyatrinin) doktrinlerinin insan doğasına ve toplumsal kontrole, temelde Yahudiliğe ve Hristiyanlığa dair önceki doktrinler üzerindeki “metaforik fetih”ten başka bir şey değildir.”
Freud kendisini bir bilim insanı olarak görmüştü ama Montaigne ve Emerson gibi büyük bir denemeci olarak yaşayacaktır . Freud bilim insanı olmayan bir kuramcıdır. Denemeci teoriyi bilimden ayıran yöntem üzerine bir yöntem kullanmadan yazabilen bir yazardır . Freud’cu psikoloji, insan kültürüne yaptığı nihaî katkısı ne olursa olsun, artık bilimsel bir teori olarak ciddiye alınmıyor. Kültürel bir görüngü olarak varlığını elbette sürdürecek . Eric Kandel’in demesiyle “psikanaliz tarihsel olarak amacı bakımından bilimsel olsa da, yöntemleri bakımından nadiren bilimsel olabilmişti.”
“Kimi zaman Freud’un bile kendini bir parça roman yazarı olarak gördüğü doğrudur. Belki beceriksiz ya da dengesiz ama, yine de bir roman yazarı. Freud vaka geçmişi anlatıcısı, klinik patoloji uzmanı ve kurgu yazarı gibi farklı konumlar arasındaki sınırları silmeye çalışmıştır. (…) Histeri Üzerine Çalışmalar kitabının da roman gibi okunması erdeminden bahsetmiştir. Leonardo da Vinci hakkında yazdığı denemenin “yarı kurgusal” olduğunun ve bazı arkadaşlarının bunu “psikanalitik roman” olarak gördüğünün farkındadır. Neticede bu denemenin ilk taslağına Hz. Musa ve Tektanrıcılık başlığını vermiştir. (…) Bir gün Stekel’e, Berchtesgaden Ormanı’nda yürürken Freud şöyle der: “Psikanalistlik deneyimlerime dayanarak sürekli aklımda romanlar yazıyorum; roman yazarı olmak isterdim ama henüz değil, belki daha sonra.” Ernst Jones’sa, Freud’un biliminsanı ve sanatçı yeteneklerini kendinde topladığını düşünmektedir: “William James psikolojik tezlerini birer roman gibi, kardeşi Henry James de romanlarını psikolojik tez gibi yazmıştır. Freud’un ilk çalışmalarının, bilimsel dünyadan ziyade edebiyat camiasında daha geniş çaplı kabul gördüğünü biliyoruz. Vaka geçmişlerinin de ona göre birer roman gibi okunduğunu hatırlıyoruz. Bununla birlikte, Havelock Ellis’in, eserlerinin birer bilimsel çalışma değil, sanatsal başarı olarak ele alınması gerektiği ifadesine Freud’un nasıl gücendiğini de unutmamak gerekir.”
Freud kendini bir bilim adamı olarak görüyordu. “Bilimsel Bir Psikoloji İçin Tasarı” başlıklı yazısında nöroloji, psikoloji ve fiziği birleştirmeyi umarak bilinçdışı, birincil süreçler, ego ve bastırma gibi psikanalitik kavramları doğrudan beynin nöronal yapısıyla ilişkilendirmeye çalışmıştı. Sonunda klinik gözlemlerini nöron doktrinine tatmin edici şekilde dayandıramadığından bu tasarıdan vezgeçmek zorunda kaldı; fakat psikanalizin bir bilim dalı olduğuna ve bir gün beyin anlayışımızla uyumlu olduğunun gösterileceği inancından, inadından hiç vaz geçmedi.
Bence, Freud’un psikanalizin bilim olmadığını bilmemesi mümkün değil, buna rağmen kırkından sonra daha bilimsel bir alan sunan nörolojiden kopup psikanalizde diretme kararı alması benim için hâlâ bir muamma.
Şu kadarını anımsatayım: “Marx’ın tanımladığı doğa yasaları, Darwin’in kör evrimci mücadelesi ve Freud’un karanlık insan ruhunun şiddetli güçleri; tümü de, büyük ölçüde ilhamlarını Newton’un fizik kuramından alırlar.” Bilim; ideoloji (Althusser) yada söylem (Foucault) olarak 19. yüzyılda buyurgan hakimeyetini kurmuştu ve bir bilimperest, bilimkolik olan “Freud, doğrudan gözlenemeyecek ve sınıflandırılamayacak bir varlığı (bilinçdışı –İB) betimlemek için bir bilim adamının otoriter üslubunu kullanmıştır.” Freud’un bu üslupçu yanı edebiyatçı Nobakov’un üslupçuluğuyla yarışır.
N. Frye’ın şu saptaması yerindedir: Edebiyat, dilin özelleştirilmiş bir biçimidir, tıpkı dilin iletişimin özelleştirilmiş bir biçimi olması gibi . Psikanaliz dilin özelleştirilmiş bir biçimi, edebiyattır demekte bir sakınca görmüyorum.
M. MacKay Roman Nedir adlı çalışmasında “Freud’dan söz etmemin nedeni,” der, “birçok eleştirmenin, özellikle de psikanaliz biçimsiz deneyimimize bir şekil veren ve anlam kazandıran bir kurgulama türü olduğundan, psikanaliz ile anlatı arasında bir benzerlik sezmesidir” . Her ikisi de kelimeleri kullandığından, psikanalizle edebiyat arasında kaçınılmaz bir bağ vardır. Lacan psikanalizi retorik yöntemler ve edebi tasvirler kullanan bir yazım olduğunu özellikle belirtmiştir. Psikanalizin bir mecaz sanatı olması fikri öncelikle Lionel Trilling tarafından öne sürülmüştür. Sözdizimsel yer değiştirme sıfatıyla sıralamak: Eksiltili, gereksiz sözcük kullanımı, aşırı devriklik, çiftleme, gerileme, tekrar, eşleme. Anlamsal yoğunlaşma sıfatıyla sıralamak: Metafor, kaydırma, yerine koyma, düzdeğişmece ve kapsamlayış.
Michel Schneider böyle demekle birlikte “ne psikanalistler ne de onların hastaları birer yazardır. Edebi çabaları takdire şayan olmakla birlikte, nafiledir. Edebiyatçı olmak başka bir şeydir.” der. İlerleyen sayfalarda da tekraren şöyle yazacaktır: “Psikanaliz edebi bir tür değildir. Analizde Lacan’ın öğrettiği gibi, “gerçek ama kurgu yapısına sahip” olabilir belki, ama bunun edebi kurgu olmadığı kesindir.”
A. Philips çok daha net, kesin yazar: Psikanaliz edebiyatın bir parçası haline gelmiştir. Ben Freud’u geç dönem bir romantik yazar olarak görüyor, psikanalizi de bir şiir olarak okuyorum . Bir başka çalışmasında şöyle yazacaktır Adam Phillips:
Freud doktor olduğu kadar, hatta belki doktordan çok bir yazardı (25). Bedenin sadece sözcüklerle tedavi edilmesinin doktor Freud’u daha edebi sanatlara yaklaştırması kaçınılmazdı. (15) Romantizm etkisindeki iç gözlemci kahraman, psikanaliz yoluyla bilimsel meşruiyet arayışına girmiştir. (14) Psikanaliz -Freud’un hayatının projesi- tıp tarihinin olduğu kadar hikâye anlatıcılığı tarihinin de bir parçası olarak görülmelidir. (…) Psikanaliz Freud’un, modern bir dünyada insanları yaşamlarının aldığı imkânsız hallerden kurtarmak amacıyla icat ettiği bir sohbetti .
Özetleyin, “psikanaliz ciddi ölçüde dilin kullanımına dayanır.”
“Freud, bir edebiyatçı ya da bir edebiyat akımının öncüsü değil, bilimsel bir kuramın ve o kurama dayanan bir tedavi yönteminin bir kurucusudur.” yazıyor Süha Oğuzertem Eleştirirken’de. Freud’un yazdıkları iyi bir yazarın ürünüydü, bir bilimadamının değil.
Gençliğinde psikanalize gönlünü kaptırmış Eric Kandel, eli sızlaya sızyalaya şöyle yazacaktır:
“Psikanalizin getirdiği zengin, ayrıntılı zihin görüşünü hala takdir etsem de, psikanalizin deneyci bir bilim olma ve kendi fikirlerini sınama konusunda ne kadar az yol aldığını klinik eğitimim sırasında görüp hayal kırıklığına uğramıştım. (…) Psikanalizin geriye gittiğini ve bilimsel olmayan bir aşamaya girdiğini, bu esnada yanında psikiyatriyi de götürdüğünü seziyordum. (…) Her ne kadar psikanalizin tarihinde her zaman bilimsel hırsları söz konusu olmuşsa da, ki her zaman deneyci, sınanabilir bir zihin bilimi oluşturmayı hedeflemişti, yöntemleri pek de bilimsel değildi. Yıllar içinde, varsayımlarını tekrarlanabilir deneylerle doğrulayamamıştı.”
Karl Popper psikanalizin bir bilim olmadığını öne sürdü, Popper’in psikanalizin neden gerçek bilim oolmadığı görüşlerine katılan antropolog ve toplumsal kuramcı Ernst Gellner’e göre “son tahlilde psikanaliz bir bilim olarak değil, psikanalistin rahip rolünü oynadığı bir din gibi yapılandırılmış bir kurum olarak anlaşılmalıdır. Gellner’ın psikanalizle ilgili sorunu, psikanalizin bir inanç ya da yaşam tarzı olarak değil, bir bilim dalı olarak sunulması ve rahatsızlıkların etkili tedavisini vaat etmesiydi. Fakat, psikanaliz bilimsel kanıtlara dayanmıyordu.”
Zihinsel işlemlerin büyük bir bölümünün biz farkına varmadan gerçekleştiğini, genellikle Freud’un keşfettiği söylenir. Stanislas Dehaene’e göre, bu bir efsanedir ve bu efsaneyi büyük oranda Freud yaratmıştır; bilincin aslında bazı bilinçdışı işlemcilerin üzerinde bulunan ince bir cila tabakasından ibaret olduğunun farkına varılması Freud’tan onlarca yıl öncesine ve hatta asırlar öncesine dayanır.
Dehaene biraz daha ileri gider, şöyle yazar: “Freud’un çalışmalarındaki sağlam fikirlerin ona ait olmadığını ve sağlan olmayan fikirlerin ona ait olduğunu söylersek fazla abartmış olmayız. Geriye dönüp baktığımızda, Freud’un kendi görüşlerini deneylerle sınamaya çalışmamış olması özellikle hayal kırıklığı yaratıyor. On dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başları, deneysel psikolojinin doğuşuna tanık oldu. Tepki sürelerinin ve hataların hassas ve sistematik şekilde toplanması dahil olmak üzere yeni deneysel yöntemler geliştirme gösterdi. Ancak Freud, zihinle ilgili mecazi modelleri ciddi şekilde sınamadan önerirken rahattı.”
“Psikanalizin yüzyılın ikinci yarısında ortaya koyduğu başarılar aynı derecede etkili olmadı. Psikanalitik düşünce gelişmeye devam etse de eskisi kadar güçlü keşifler yapamadı. Daha da önemlisi ve işin en çok hüsran veren yanı, psikanalizin bilimsel gelisim göstermemesi oldu. (…) Psikanaliz genellikle kendini bilimsel bir disiplin olarak gördüyse de bilimsel yöntemlere nadiren başvurmuş ve yıllar içinde varsayımlarını sınanabilir deneylere tabi tutmayı başaramamıştır. (…) Genellikle elimizde sadece psikanalistlerin seanslarda olan bitenlere dair öznel anlatıları olur. Bu tür anlatılar bilimsel verilerle kıyaslanamaz.”
“DÜŞLERiN İÇERİĞİ ÖZEL BİR ANLAM TAŞIMAZ (abç). Yine de insanlar, ister tanrıların sesleri şeklinde, ister şeytanların saldırıları biçiminde olsun, düşlerin “açıklanmasını” gerekli bulmuştur. Freudçuların ve Jungçuların daha modern düş analizleri sadece düşlere bir anlam vermenin güncel bir yöntemidir. Kelimenin tam anlamıyla, böyle bir açıklama gerektirmeyen bir insani deneyimi anlamlandırmaya çalışan bir modern mittir . Stanley E. Hyman “Girift Kıyı: Yaratıcı Yazarlar Olarak Darwin, Marx, Frazer ve Freud” adlı kitabında 19. yüzyıl düşüncesini değiştiren dört yazarın yapıtlarını, imgelem ürünü yapıtlar gibi, mitsel kozmogoniler, şiirler, tregedyalar, romanslar gibi değerlendiriyor; edebiyat eleştirisinin yöntemlerinden hiç uzaklaşmadan, bu yapıtlardaki kişileri, durumları, imgeleri, çatışmaları, doğa duygusunu gözler önüne seriyordu.
Söyleşilerinde Jorge Luis Borges’in “Jung olsa olsa imgelemi güçlü araştırmacı bir yazardı” demesi üzerine Richar Kearney hatırlatır: “Sizin ruhçözümlemenin bilimsel bir yöntem olarak değil de imgelemi harekete geçiren bir uyarıcı olarak görülmesine yönelik bu öneriniz, bana tüm felsefi düşüncelerin “düşlem edebiyatının bir dalı” olduğu yolundaki savınızı hatırlattı” der.
Musa Ve Tektanrıcılık adlı kitap yazan “Freud tarihçi değildi ve açıkça görüldüğü gibi tarih bilinci de yoktu. Ne yapmaya binmişti ki bu gemiye? Kaldı ki, Freud’u iyi tanıyan -ve savunan- kişiler de aslında onun bu kitapla bir kurgu eseri, bir tür roman yazdığını düşünüyorlar: Savunduğu fikir -yani Tanrı’nın da bir kurgu olduğu fikri- uğrunda kullanılacak bir roman…”
Şiir ve analiz alanlarının “uzmanlar”ının asla anlamadığı arzu konusunda, Freud kesinlikle daha büyük bir ozan, Proust’sa daha büyük bir analisttir. (…) “Narsizm Üzerine Bir Giriş”in metni Freud’un en az Proust kadar ozan olduğunu gösterir.
Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilebilecek bir yazar, bir Flaubert, bir Dostoyevski, Tolstoy gibi 19. yüzyılın büyük edebiyatçılarından biriydi Freud. Paul H. Fry Edebiyat Kuramı’nda birer edip olan Freud’a ve Lacan’a da yaklaşık yirmişer sayfa yer vermesine hiç şaşırmıyorum. Psikanaliz anlatısının/yazımının/edebiyatının dile getirdiği “doğru”larını, “hakikat”lerini şuncacık dikkate almam, ama edebiyat olarak evet. Benim nazarımda Freud olsun, Lacan olsun yazmaya, anlatıya hakim birer edebiyatçıdır, yazardır, ediptir.
Hannah Arendt içerden tanıyıp deneyimlediği Alman-Yahudi çevresine dahil Walter Benjamin’in -Kafka’nın da- boğuştuğu baba-oğul çatışmasına değindikten sonra sözü Freud’a getir:
“Freud hayatını ve araştırmalarını, hastalarının geldiği Alman-Yahudi çevresinden başka bir ülke ve dilde sürdürmüş olsaydı, Oidipus komleksi diye bir şeyi hiç duymamış olabilirdik” der. Hannah Arendt’in benim de bütünüyle katıldığım bu yargısı Freud’un yazdıklarının “bilimsel”liğine halel getirir elbette, ne var ki Freud’un -varsa eğer- büyüklüğü kuvvetli bir edip olmasından gelir.
Viyanalı bir aile ortamında oluşan çatışmaların, bastırılmış arzuların, güven ve debdebenin ardında bir takım yaralar saklayan “bilinçdışı” kavramının “Oidipus kompleksi” -benim dememle Viyana Kompleksi- şemsiyesinde insanlık durumunun evrensel özelliği, bilincin özgül aynası olarak sunulması edebiyat, felsefe, tarih, sinema kuramı yada insan bilimleri gibi akademik dallar da içinde olmak üzere, Batı kültüründe belirleyici bir özelliğe sahiptir. Oysa “Freud’un Avrupalı-olmayan okurları olabileceğini ya da Filistin üzerine verilen mücadele bağlamında, Filistinli okurları olabileceğini tahayyül ettiğini hiç sanmıyorum” diyen Edward Said’in belirttiği üzere Freud’un yapıtları, Avrupa kültürünün yanı sıra üzerinde düşünülmesi gereken başka kültürlerin de olduğu düşüncesinden hareketle kaleme alınmamıştır. Freud, muayenehanesindeki koltuğa Şark işi bir kilim örtmüş olsa da, insanlık üzerine yazarken büyük ölçüde aynı ülke insanlarından oluşan bir hasta kitlesiyle yaptığı görüşmeleri temel almıştır.
Graham Harman Nesne Yönelimli Ontoloji adlı kitabını “yazarken aklımda tuttuğum model, Sigmund Freud tarafından Birinci Dünya Savaşı sırasında Viyana’da genel bir dinleyici kitlesine sunulan Psikanalize Giriş Dersleri’dir”diyor. Niye? Çünkü “psikoloji (psikanaliz-İB) teorileri hakkında ne düşünülürse düşünülsün, Freud, zor teorilerin edebî üslupla sunumunda tartışmasız bir ustaydı ve en azından bu açıdan takdiri hak eder.” Ben de takrir ediyorum.
Psikanalize ve Freudyen kurama inanmayan Kafka’nın K’sı ne denli edebi kurgu kişisi ise, babasının metresi Bayan K’dan büyülenen Dora’nın vakası da edebi bir kurgudur. “Bayan K tabii ki aynı zamanda Dora’ya ısrarla kur yapan Bay K’nın karısıdır. Ancak Dora’nın Bay K ile pek ilgilenip ilgilenmediği açık değildir – Bay K belki de en çok Freud’un ilgisini çekmektedir.” “Bay K belki de en çok Freud’un ilgisini çekmektedir.” ilgimi çekiyor. Neden mi? Bovary, Anna Karenina, Raskolnikov vs. edebi, kurmaca şahsiyetler, bu konuda sanırım herkes hemfikir. Peki, Bertha Pappenheim, namı diğer Freud’un Anna O.’su yada Dora’sı vs. sözüm ona gerçek/bedensel kişiler olabilir, Freud’un yazılarındaki Anna O., Dora kurmaca kişilerdir, anlatı nesneleri.
Psikanaliz Edebiyatı adlı iş bu yazıda Lacan’a değinmememin özel bir anlamı yok. Şu kadarını söyleyeyim: Yazılarının dokusunda felsefe bilgisi bulunduğunu sandığım, “ben matematik bilirim” diye de şişinen, perküszüp (: PERvasız-KÜStah-ZÜPpe) Lacan benim dikkate aldığım, önemsediğim bir yazar, edebiyat adamı.
Freud’un, Lacan’ın edip, psikanalizin edebiyat olduğunu “kavramak”, Freud’a dair bir “bilgi”, önerme olmaktan öte, kanımca, edebiyata (da) dair bir “bilgi”, önermedir: Şiir, hikaye, roman yazmaksızın da edebiyat yazılabilir. Edebiyat fikrini, elbette üretimini de, sadece şiir, hikaye, roman türleriyle sınırlamamalıyız. Bunu derken, Rus Biçimciliğinin dilbilimsel bir nitelik olarak kuramsallaştırdıkları literaturnost (edebîlik-?) kavramına ne bir göndermem ne de bir geldirmem söz konusu değil, en azından henüz.
Psikanalist Freud’un Histeri Üzerine Çalışmalar’ı yada Olgu Öyküleri, antropolog C. Levi-Srauss’un Hüzünlü Dönenceler’i, sanat eleştirmeni Didi-Huberman’ın Kabuklar’ı, Türk edebiyatından tarihçi Gelibolulu Âli’nin Ziyafet Sofraları, sosyolog Cemil Meriç’in Journal I’i, Türkiye’de bitki sosyolojisinin kurucusu Hikmet Birand’ın Anadolu Manzaraları şiir, hikaye, roman türüne dahil olmayan, “edebiyat böyle de yazılabilir” dedirten, süzme edebî yapıtlardır.
Birinci sayı, s. 140






Yorum bırakın